Hizmetlerimiz

Aile Diziminin Yasaları

logo-lightblack

Aile Diziminin Yasaları

Aile Diziminde “Sevgi Düzeni Yasaları” kavramı, Bert Hellinger ve çalışma arkadaşlarının aile içindeki ilişkilerdeki kökensel düzeni açıklamak amacıyla oluşturdukları temel yasaları tanımlar. Sevginin birleştirici ve iyileştirici gücünün, aile dinamiklerini şekillendirmedeki etkisi, Hellinger’in yıllar süren gözlem ve deneyimlerine dayanarak ortaya konmuştur. Bu yasalar, aile sisteminde düzen ve dengeyi sağlamak adına belirli kurallar ya da ilkeler olarak ele alınır(Hellinger, 2010: 49-52).Hellinger’in “Sevgi Düzeni” kapsamında vurguladığı başlıca yasalar arasında aidiyet, düzen, denge ve vicdan yasaları bulunur.

 Aidiyet Yasası

Aidiyet duygusu, yalnızca aile içindeki ilişkilerle sınırlı kalmayıp, bireyin yaşadığı çevreyle, coğrafyayla ve kültürel bağlarıyla da derin bir ilişki içindedir. Bir kişinin doğduğu ya da yaşadığı topraklara, çevresel ve kültürel geçmişine duyduğu bağlılık, aidiyetin geniş kapsamını ortaya koyar. Hellinger’inAile Dizimi bağlamında aidiyet yasası olarak tanımladığı bu kavram, aslında bireylerin kendi geçmişleri ve içinde bulundukları topluluklarla kurdukları bağlarla da güçlenir. Bu bağlar, bireyin kimlik ve anlam arayışında temel bir yer tutar.Bir kişi, kendisini sadece biyolojik ailesine değil, yaşadığı topraklara, kültürel değerlere ve hatta geçmişteki atalardan kalan mirasa da bağlı hisseder. Bu geniş aidiyet kavramı, bireylerin yalnızca ailevi ilişkilerini değil, yaşadıkları coğrafyayla olan bağlarını da derinleştirir. Örneğin, bir kişinin doğup büyüdüğü yerle kurduğu duygusal bağ, sadece fiziksel bir mekânda var olmanın ötesine geçerek, köklere ve mirasa dayalı güçlü bir aidiyet duygusu geliştirmesine olanak tanır.Dolayısıyla, aidiyetin bu geniş anlamı, bireylerin soy geçmişleri, kültürel değerler ve yaşam alanlarıyla olan ilişkilerini de içerir ve bu bağlamda, bir kişinin kimlik ve toplumsal aidiyet arayışında derin bir anlam yaratır.Aidiyet, sadece bireyler arası aile ilişkiler bağlamında değil, bir kişinin aynı zamanda bir coğrafyaya, toprağa veya yerleşim yerine ait hissetme düzleminde de ele alınmalıdır. Çünkü bireyler çevreleriyle, diğer bireylerle, kültürleriyle ve hatta soy geçmişleriyle bir dizi ilişki içerisindedirler. Bu ilişkiler, duygusal bağlar, aidiyet duygusu ve bağlılık geliştirmek için temel oluşturabilmektedir.

Bert Hellinger’inAile Dizimi teorisinde aidiyet duygusu temel bir yer tutar ve aile sistemi içinde her üyenin bu sisteme eşit şekilde ait olma hakkı olduğu vurgulanır. Hellinger’e göre, aile sistemi içindeki herkes -ister doğrudan aile üyesi olsun, ister dolaylı olarak bağ kurmuş bir birey olsun- bu sisteme ait olma hakkına sahiptir ve bu hak tanınmadığında sistemde dengesizlikler ortaya çıkabilir(Hellinger ve Ten Hövel, 2010: 123).

 

Bu eşit aidiyet hakkı, dışlanma ya da unutulma gibi durumların önüne geçmeyi amaçlar. Aileden dışlanan veya göz ardı edilen bir bireyin varlığı, sistemin enerjisinde bir eksiklik ya da dengesizlik yaratır ve bu, sonraki nesillerde bilinçsizce üstlenilen yüklerle sonuçlanabilir. Örneğin, geçmişte zorla dışlanmış bir aile üyesi, sonraki nesillerde bir başkası tarafından temsil edilme eğiliminde olabilir; bu durum, aidiyet hakkının ihlal edilmesinden kaynaklanan bir tür dengeleme çabası olarak kendini gösterir.Bu nedenle, Hellinger’in bakış açısında, aile sisteminin sağlıklı işleyebilmesi için her bireyin sistemdeki yeri kabul edilmeli ve aidiyet hakkı korunmalıdır. Bu yaklaşım, aile içi ilişkilerdeki çatışmaları çözmeye ve sistemdeki doğal düzenin yeniden kurulmasına katkı sağlar.

Aile Dizimi yaklaşımında her bireyin sisteme ait olma hakkı, devredilemez bir temel hak olarak kabul edilir. Hiç kimse bu hakkı bir diğer bireyden alamaz. Ancak, bir aile üyesi sistemden dışlandığında ya da göz ardı edildiğinde, bu durum aile ruhunda bir dengesizlik yaratır ve gelecek nesillerde çeşitli zorluklar ve karmaşık duygusal durumlar olarak kendini gösterebilir.Bu prensip, özellikle travmatik olaylar, erken ölümler veya kayıplar gibi derin izler bırakan durumlarda daha da belirgin hale gelir. Örneğin, ailede ani bir ölüm ya da travmatik bir olay yaşandığında, yas sürecinin tamamlanması ve bireylerin duygusal destekle güçlenmesi çok önemlidir. Kaybedilen aile üyelerinin hatırlanması ve onurlandırılması, sağlıklı bir yas sürecinin parçasıdır ve aile ruhunu onarmaya yardımcı olur.Aile ruhunun huzura kavuşabilmesi için, geçmişte yaşanan acılar, kayıplar ve zorluklar dahil her bir bireyin tanınması ve kabul edilmesi gerekir(Anderson ve Carnabucci, 2009: 1-15).Anderson ve Carnabucci’nin de belirttiği gibi, her bireyin sisteme kattığı katkının ve varlığının fark edilmesi, aile içinde güçlü bir bağ kurmaya ve sağlıklı bir sistemin sürdürülmesine katkı sağlar. Bu kabul ve tanınma, aile üyelerinin birbirlerine olan bağlılığını güçlendirir ve geçmişin gölgelerinin geleceği etkilemesini önleyerek, aile sisteminde bir denge kurar.

Aile Sistemine Aidiyet Hakkı Olan Bireyler

Aile Dizimi perspektifinde aidiyet hakkı, yalnızca doğrudan biyolojik bağları olan aile üyelerine değil, aynı zamanda aile sistemi üzerinde etkisi olan diğer bireylere de uzanır. Bu kapsayıcı yaklaşım, aile sistemi içinde yer alan herkesin eşit bir aidiyet hakkına sahip olduğunu kabul eder. Bert Hellinger ve takipçilerinin çalışmalarında tanımlandığı üzere, bu hakka sahip olanlar yalnızca ebeveynler ve çocuklarla sınırlı değildir; tüm öz ve üvey kardeşler, ölü doğmuş çocuklar, evlatlık verilenler, gizlenen bireyler, kürtajla alınan fetüsler, ebeveynlerin kardeşleri ve özel kadere sahip büyük ebeveynlerin kardeşleri de bu sisteme dâhildir.

 

Aidiyetin kapsamı yalnızca aile içinde kan bağıyla sınırlı kalmaz; aileyle bağlantısı olan diğer bireyleri de içerebilir. Örneğin, aileye büyük katkı sağlamış olanlar veya hayatlarını bu aileye adamış kişiler de aidiyet sistemine dâhil edilir. Dahası, ailedeki travmatik olayların veya suçların etkisiyle, öldürülen kişilerin katilleri bile sistemin bir parçası olarak görülür(Hausner, 2012: 31).  Bu, Hellinger’in “aidiyet” kavramının ne kadar geniş bir anlam taşıdığını ve aile sisteminin yalnızca “olumlu” bağlarla değil, tüm dinamikleri kapsayacak şekilde düzenlendiğini gösterir.Aidiyetin bu geniş tanımı, sistemde yer alan tüm bireylerin, kendi rollerinin tanındığı ve onurlandırıldığı bir düzene katkıda bulunur. Hausner’in belirttiği gibi, sistemde dışlanan veya göz ardı edilen her bireyin varlığı, sistemin dengesini bozma potansiyeline sahiptir ve bu dengesizliği gelecek nesillere taşır. Bu nedenle, geçmişte yaşanan her olay ve bireyin aile sisteminde bir yeri olduğunun kabul edilmesi, ailenin sağlıklı bir enerji akışı içinde varlığını sürdürebilmesi için önemlidir.

Aile sistemine aidiyet hakkı olan diğer üyeler arasında, ilk nişanlılar ve ilk eşler de bulunmaktadır. Bu kişiler, aile sisteminde önemli bir rol oynamış bireyler olarak kabul edilir ve sistemde kendilerine bir yer tanınır (Hellinger vd., 2007: 123-128). Hellinger’in yaklaşımına göre, geçmişte ailenin bir parçası olan bu kişiler, ilişkide bıraktıkları izler ve aile sistemine yaptıkları katkılar nedeniyle, sistemin bütünlüğü açısından göz ardı edilmemelidir. İlk eşler ve nişanlılar, sistemdeki diğer bireylerin ilişkilerini ve dinamiklerini etkileyebilir; dolayısıyla onların varlıklarının kabul edilmesi, aile içindeki dengeyi sağlama açısından önemlidir.Çünkü geçmiş ilişkilerin etkisiyle sistemi derinden etkileyebilen bireylerdir. Aidiyet hakkı olan bireylerin kimler olduğunu bilmek, Aile Dizimi pratiğinde geçmişin etkilerini anlamak ve çözmek için geniş bir perspektif sunmaktadır.

Hellinger, aidiyet hakkının kaybedilmesi konusunda belirli istisnalara yer vererek, özellikle suçlu katiller için ayrı bir perspektif sunmaktadır. Aile sistemlerinde suçlu bir katilin aidiyet hakkını kaybetmesi, karmaşık dinamikler doğurur ve bu durum, kurbanın ailesi, suçlu katilin ailesi ve toplum arasında derinlemesine bir etkileşim yaratır. Hellinger’e göre, bir başkasının ölümünden sorumlu olan suçlu katiller kasıtlı bir eylem gerçekleştirdikleri için sistemden dışlanmalı ve aidiyet hakkını yitirmelidir. Bu, suçlu katilin aile sistemini terk etmesi gerektiği anlamına gelir; aksi takdirde, bu kişinin yerine sistemden bir sonraki kuşaktan bir çocuğun dâhil olması gerekebilir.

Hellinger, suçlu katillere yönelik acıma duygusunun sistemde bir fayda sağlamayacağını, aksine gerçekten suçsuz olan bireylere karşı acımasız bir tutuma yol açabileceğini belirtir. Bu yaklaşım, Hellinger’in sistemik aile tekniğinde bireysel eylemler ve sistem içindeki sonuçları arasındaki ilişkiyi vurgular (Hellinger ve Ten Hövel, 2010: 31). Bu, sistemin dengeyi ve düzeni korumak için bir tür yerine koyma mekanizması olarak görülmektedir. Hellinger’in açıklamalarına göre, suçlu katillerin aidiyet hakkını kaybetmeleri, bu kişilerin sistemden çıkma zorunluluğunu doğurmaktadır. Bu, bir anlamda aidiyetin kaybedilmesi ve bu kayıp nedeniyle sistem içindeki dengeyi koruma çabasıdır. Hellinger, bir anlamda suçlu katillerin durumunda ahlaki yargı konularını vurgulayarak iyi ile kötü arasındaki ayrımı yapmaktadır.

Aidiyetin kaybedilmesi, bireyin duygusal ve psikolojik sağlığını derinden etkileyebilir. Aile sisteminden dışlanan veya sistem içinden “atılan” birey, kendini bir tür sürgünde gibi hisseder. Bu durum, kişinin kimlik bunalımına girmesine, anlam kaybı yaşamasına ve kendini yabancılaşmış veya kaybolmuş hissetmesine neden olabilir. Aynı zamanda, sosyal bağların zayıflaması ve izolasyon, bireyin yaşam kalitesini düşürerek yalnızlık hissini artırır.Aile Dizimi çalışmalarında, aidiyetin kaybının bireysel ve toplumsal düzeyde çeşitli duygusal dolaşıklara yol açtığı gözlemlenmektedir. Bu dolaşıklıklar, sadece bireyin değil, ailenin diğer üyelerinin de psikolojik dengesi üzerinde etkiler yaratabilir ve kuşaklar boyunca sürebilecek bir yük olarak sistemde kalabilir.

Aidiyet hakkının birey veya toplumların elinden alınması, bir tür sürgün olarak görülebilir. Zorla başka bir yere yönlendirilme, bireyin veya toplumun kendini dışlanmış hissetmesine ve derin duygusal travmalara yol açar. Kendi toprağından ayrılmak, aidiyet duygusunun kaybolmasına ve kültürel bağların kopmasına neden olur; bu süreç, bireyin kökleriyle kurduğu bağları zayıflatarak, kültürel kimliğini kaybetme riskini artırır.Yeni bir yere zorla yerleştirilen birey, sosyal izolasyon yaşayabilir ve çevresiyle bağ kurmakta zorlanabilir. Destek sisteminden yoksun kalması, onu yalnız ve savunmasız bırakabilir. Tamamen yabancısı olduğu bir kültürde, kendini yabancılaşmış ve dışlanmış hissetme olasılığı yüksektir. Bu durum, bireyin psikolojik bütünlüğünü ve aidiyet hissini zedeleyerek, duygusal ve kültürel kimliğini yeniden inşa etmesini zorlaştırabilir.

Toplumların sürgün edilmesi, özellikle zorunlu göç durumunda, o topluluğu oluşturan bireylerde ve sonraki kuşaklarda çeşitli sorunlara yol açabilir. Aile Dizimi çalışmalarında, aidiyet haklarını kaybetmiş ataları olan bireylerde bu durumun aidiyet sorunlarına neden olduğu gözlemlenmiştir. Bu kayıplar, bireylerin içsel dünyasında derin izler bırakırken, aynı zamanda bireysel ve toplumsal düzeyde çeşitli duygusal karışıklıklara sebep olabilmektedir.Benzer sonuçlar, kitap hazırlık çalışmamda gerçekleştirdiğim uygulamalarda da ortaya çıkmıştır. Bu çalışmalarda, bireylerin aidiyet sorunları ve geçmişle bağlantıları üzerine derinlemesine analizler yapıldığında, sürgün ve kayıpların bireylerin psikolojik yapısına olan etkileri net bir şekilde gözlemlenmiştir. Bu bağlamda, geçmişte yaşanan travmaların günümüzdeki yansımaları, bireylerin kimlik arayışında ve sosyal bağlarını yeniden kurma çabalarında önemli bir rol oynamaktadır.

Sürgün temaları, antik çağ mitolojilerinde oldukça yaygın bir şekilde yer almaktadır. Bu mitolojik hikâyelerde, tanrılar, kahramanlar veya diğer mitolojik varlıklar çeşitli nedenlerle sürgüne maruz kalmışlardır. Örneğin, Zeus’un mücadelesi ve Titanlarla olan savaşı, bu temalara somut bir örnek teşkil etmektedir. Zeus ve Titanlar arasındaki savaş, evrenin hâkimiyeti için bir mücadele niteliği taşırken, Titanlar savaşı kaybedince ışıktan mahrum bırakılarak yer altına sürülmüşlerdir (Vernant, 2022: 11).Sürgün motifi, mitolojik anlatılarda bir tür ceza veya dönüşüm aracı olarak kullanılmaktadır. Bu motif, toplumun kurallarına aykırı davranan veya tanrısal düzeni bozan varlıkların karşılaştıkları sonuçları temsil eder. Aynı zamanda, sürgün hikâyeleri, insan doğasındaki kusurların ve hataların sonuçlarını yansıtarak öğretici bir işlev de üstlenmektedir. Bu bağlamda, mitolojilerdeki sürgün temaları, sadece bireysel kayıpları değil, aynı zamanda toplumsal düzenin korunması için yapılan mücadeleleri de simgeler. Sürgün, yalnızca bir cezalandırma değil, aynı zamanda bireyin kendini bulma ve yeniden inşa etme yolculuğunun bir parçası olarak da yorumlanabilir.

Sürgün, antik dönemde filozoflar için de bir hukuki ceza yöntemi olarak uygulanmıştır. Örneğin, Stoacı filozof Seneca, sürgün cezasına çarptırılarak sürgüne gönderilmiştir (Vogt, 2020). Ayrıca, Sokrates’in mahkemede yargılanması sonucunda alabileceği cezalar arasında sürgün cezası da yer almaktaydı (Platon, 2010: 26).Bu örnekler, antik dönemde sürgünün yalnızca fiili suç işleyenlere değil, aynı zamanda düşünsel ve politik sebeplerle suçlu bulunan bireylere de uygulanan bir ceza yöntemi olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, sürgün, düşünce özgürlüğüne ve bireysel haklara yönelik bir tehdit olarak değerlendirilebilir. Filozoflar, toplumdaki normlar ve kurallar ile çatıştıklarında, bu tür cezalarla karşılaşma riski taşımışlardır. Böylece sürgün, sadece fiziksel bir yer değiştirme değil, aynı zamanda bireylerin düşünsel ve sosyal varlıkları üzerindeki etkileriyle de dikkat çekici bir ceza biçimi olmuştur.

Sürgün, bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı için, ortaya çıkan sorunların çözümü için başvurulan bir yöntem olarak görülmüştür. Yakın geçmişte, özellikle Orta Doğu ve Balkanlarda, sürgün, düşmanları etkisizleştirmenin klasik bir yöntemi olarak uygulanmıştır (McCarthy, 2014: 327). Ancak, bu uygulamanın etkileri üzerinde yeterince durulmamıştır.

Sürgün, hem bireyler hem de toplumlar üzerinde derin izler bırakan bir pratiğe dönüşmüştür. Sürgün edilen bireyler, yerlerinden koparılmanın getirdiği yalnızlık, aidiyet kaybı ve kültürel parçalanma gibi duygusal yüklerle baş başa kalırken, bu durum sonraki kuşaklara aktarılan derin travmaların kaynağı olabilmektedir. Aile Dizimi çalışmalarında, sürgün deneyimlerinin bireylerin psikolojik yapıları üzerindeki etkileri açıkça gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, sürgün, sadece geçmişteki bir olay değil, aynı zamanda günümüzde de toplumsal dinamikler üzerinde etkili olan bir durum olarak değerlendirilmelidir. Bireylerin geçmişle kurdukları bağlar ve aile sistemlerindeki yerleri, sürgünün getirdiği kayıplar ve travmalarla yeniden şekillenmektedir.

Aile Dizimi çalışmalarında, etkisinin derin izleri nedeniyle dört tür sürgün tanımlanabilir:

Yüreklerden Sürgün: Ölümünden sonra unutulanlar ve hatırlamayanlar için geçerli olan bir durumdur. Bu sürgün, ölen bireylerin anılarının, duygularının ve hatıralarının aile sisteminden silinmesini ifade eder.

İçsel Sürgün: Bir ölenin ardından kişinin, o ölenin acısı ve yasının içinde kalarak kendine uyguladığı bir sürgündür. Kişi, yaşamdan koparak içsel bir yalnızlığa hapsolur ve diğer aile üyelerinden duygusal olarak ayrışır, mekân olarak birlikte olsalar bile, aralarında derin bir mesafe hisseder.

Dışsal Sürgün: Ailenin içinde bir bireyin, belirli bir davranış veya eylem nedeniyle dışlanması durumunu ifade eder. Bu sürgün genellikle bir tür ceza veya yaptırım olarak algılanır ve aile dinamiklerinde önemli değişikliklere yol açar. Dışlanan birey, aile bağlarından koparak yalnızlaşır.

Toplumsal Sürgün: Genellikle savaşlar ve kitlesel ölümler nedeniyle toplumların başka yerlere zorla göç etmesini ifade eder. Osmanlı’nın dağılma döneminde Anadolu’ya yapılan zorunlu göçler buna örnek teşkil eder. McCarthy’ye göre, 1790-1923 arasında 7 milyondan fazla insan zorla yerlerinden edilmiş, birçok kişi de kayıtlara geçmemiştir. Bu tür göçlerin yarattığı travmalar, sonraki kuşaklarda derin izler bırakmakta ve Aile Dizimi çalışmalarında önemli bir odak noktası oluşturmaktadır.

Özetle, bu dört sürgün türü, bireylerin ve aile sistemlerinin travmalarını anlamak ve bu travmaların sonraki nesillere nasıl aktarıldığını incelemek açısından önemlidir.Aile Dizimi çalışmalarında, sürgünün etkisinin yalnızca o anki bireyle sınırlı kalmadığı, sonraki kuşakların yaşamlarını da derinden etkileyen bir olgu haline geldiği görülmüştür. Sürgün teması, sürgün deneyimini yaşayan bireyin davranışları, inançları ve duygusal durumu aracılığıyla diğer aile üyelerine aktarılmasını içerir ve bu aktarım genellikle bilinçdışı bir süreçtir.

Aile Dizimi, bu bilinçdışı bağları ve sadakatleri keşfetmeye odaklanarak, belirli bir aile üyesinin sürgününü tekrar eden bir desen haline getirebilir. Bu çalışmalar, bireylerin ve ailelerin sürgünle ilgili duygusal yükleri anlamalarına ve şifa bulmalarına yardımcı olmaktadır. Aynı zamanda, geçmişteki travmatik deneyimlerin etkilerini hafifletmek ve aile içindeki dinamikleri dengelemek için önemli bir süreç sunar. Dolayısıyla, sürgünün bireyler ve kuşaklar arasındaki etkisini anlamak, Aile Dizimi çalışmalarının temel odak noktalarından biridir.Aile Diziminde çeşitli sebeplerle bozulan aidiyet yasası düzen yasasın da bozulmasına yol açmaktadır. Aile Dizimi çalışmaları, bu aidiyet ve düzen yasalarının dengelenmesine ve aile içindeki uyumun sağlanmasına yardımcı olabilmektedir.

Düzen Yasası

Hellinger’e göre, bir sistemin düzeni, yani aile yapısının sağlıklı bir şekilde işlemesi, üyelerin sisteme doğum sırasına göre yerleştirilmesiyle sağlanır(Hellinger, 2017: 34). Bu düzen, bireylerin ait oldukları aile sistemindeki yerlerini anlamalarına ve bu yerin gerektirdiği hakları ve sorumlulukları kabul etmelerine yardımcı olur.

Kökenin düzeni, aile bireyleri arasındaki hiyerarşiyi ve dengeyi korumak açısından büyük önem taşır. Hellinger, bu düzenin ihlalinin duygusal ve ilişkisel sorunlara yol açabileceğini belirtir. Düzenin korunması, bireylerin kendilerini güvende hissetmelerine ve aile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur. Aile Dizimi çalışmaları, bu düzenin yeniden tesis edilmesiyle bireylerin geçmişle yüzleşmelerini ve duygusal iyileşme yaşamalarını sağlar(Hellinger, 2017: 34). Bu, düzen yasasının belirleyici kuralıdır. Bert Hellinger’e göre; geleneksel aile modelindeki kural, önce erkek, sonra kadın, en sonunda da çocuklar yer almaktadır. Böylece önce büyükler, sonra küçükler sıra düzenine yerleşmelilerdir. Erkek birinci sırada yer alsa da aslında kadın merkezdedir. (Matejević ve Petrović, 2022: 7-12). Böylece aile sisteminin sıra düzeni oluşturulmuş olmaktadır.

Sıra düzenini bozan bazı temel sebepler arasında dışlanma ve ebeveynleşme bulunmaktadır. Dışlanma durumunda, aile sisteminde dışlanan bireyin aidiyet hakkı elinden alınır, bu da sistemin dengesinin bozulmasına yol açar. Ayrıca, evlatlık verme gibi durumlar da dışlanma ile eşdeğer kabul edilir ve sistemin düzenini sarsar (Schutzenberger, 2011: 60).

Ebeveynleşme durumu ise, çocukların ebeveynlerine duygusal ve fiziksel bakımda bulunmasının beklenmesi gerektiği yerde, bu rollerin tersine dönmesine yol açar. Boszormenyi-Nagy’e göre, aile sadakati açısından bu durum, en önemli borçlardan birini oluşturur; çocuklar, ebeveynlerine bakmak zorunda kalır. Asıl olması gereken durum ise, büyüklerin küçüklere vermesidir. Ebeveynleşme durumunda, çocuklar kendi ebeveynlerinin ebeveyni haline gelir ve bu da aile bireylerinin yerlerini kaybetmesine neden olur. Sonuç olarak, sıra düzeni ve denge yasası bozulur (Schutzenberger, 2011: 41).

Denge Yasası

Denge yasası, her hareketin sonuçları olduğunu hatırlatır, yapılan her şeyden sorumlu olmak ve bu sorumluluğu her zaman taşımak anlamındadır. Dolayısıyla bir aile üyesine önceki kuşaklarda yapılmış haksızlık ya da bir aile üyesinin bir başkasına yaptığı haksızlık, aynı ailenin sonradan gelen bir üyesi tarafından dengelenmektedir (Liebermeister, 2009: 31). Buradan da anlaşılacağı üzere, sistemin içerisine doğan her birey, bir diğerinden bağımsız değildir. Sadece aile üyeleri olarak değil kendinden önceki nesillerle ve onların yaşadıkları ile de bağlantılıdır. Aslında Plotinos’un dediği gibi, “her şey bizim içimizdedir ve biz her şeyin içindeyiz” (Hadot,2020:25), Plotinos’un sözleri, bireyin iç dünyasının derinliklerine dönmesi gerektiğini ve her şeyin bu içsel dünyada bulunduğunu ifade etmektedir. Aile Dizimi yaklaşımı da benzer bir bakış açısını paylaşarak, bireyin kendi içsel dünyasıyla ve aynı zamanda kendinden önceki nesillerle kurduğu ilişkiyle daima bağlantı içerisindedir.

İnsanlık tarihindeki bilgi ve deneyim birikimi, genellikle kuşaklar arası iletişim ve kültür aktarımı yoluyla devam etmektedir. Aile, bu kültür ve inançların en temel taşıyıcısı olarak değerlerini, inançlarını, geleneklerini ve bilgiyi kuşaklara aktarırken aynı zamanda çözülmeyen sorunlarını, duygularını; korku, özlem, acı, yalnızlık, değersizlik gibi, bunun yanında yanlış seçimlerin etkilerini, ahlaki çatışmalarını, vicdani kararlarının sonuçlarını da aktarmaktadırlar. Bu aktarımlar denge yasasının çalışmadığını ve bozulan sistemin içinde yer alındığının göstergeleridir. Bu dengesizlik vicdan yasaları ile dengelenmeye çalışılmaktadır.

1.3.4.     Vicdan Yasası

Aile Dizimi çalışmalarında ahlaki sorumluluklar, etik davranışlar ve içsel değerler çalışma sürecinde ortaya çıkmaktadır. Bu konularda genel bir çerçeve sağlamak adına, Aile Dizimi bağlamında vicdan yasası denge yasasından ayrı olarak düşünülemez.

Dengeyi bozan aslında vicdan yasasının çalışmamasıdır. Hellinger’e göre; “vicdanı, denge/telafi duyusu olarak deneyimleriz” (Liebermeister, 2019: 23). Bu deneyim, bireyin yaşamında karşılaştığı sorunların, aile geçmişiyle ilişkili olduğunu ve bu sorunların bir tür dengeleme veya telafi mekanizması olarak ortaya çıktığının ifadesidir.Aynızamandatelafi duygusu, Aile Dizimi çalışması sırasında kullanılan bir bakış açısının yansıması olarak algılanabilir; bu, bireylerin yaşadığı zorlukların, aile içindeki belirli dinamiklerin etkisidir.  Hellinger ve Weber (2018: 45)’e göre ilişkilerde başarılı olabilmek için temel dinamiklerin bağlılık, denge ve düzen olduğunu savunmakta ve vicdanın bu dinamikleri koruma ve dengeleme rolü olduğu belirtilmektedir. 

Bu bağlamda, vicdan bireyin içsel bir rehberi olarak işlev görmektedir. Ayrıca bireyin davranışlarının etik ve ahlaki boyutlarını değerlendirme kapasitesini de içermektedir. Vicdan, kişinin içsel bir ölçüt olarak hareket etmesini ve davranışlarının sonuçlarına karşı duyarlı olmasını sağlamaktadır. Vicdan mekanizması bireye hangi değerlerin izlenmesi, hangilerinin izlenmemesi gerektiğini bildirmektedir (Liebermeister, 2019: 23). Vicdan, kişisel ve kültürel farklılıklara bağlı olarak farklı biçimlerde şekillenebilmektedir. Herkesin vicdanı, büyüdükleri toplumun değerleri, aileleri ve kişisel deneyimleri tarafından etkilenebilmektedir. Bu nedenle vicdanın gelişmesinde aile önemli bir role sahiptir. İyi ve kötünün öğretileceği bir aile vicdanının da olması gerekmektedir

Aynı zamanda aile sisteminde suçluluk duygusunu düzenleyen bilinçdışı bir grup vicdanı da görülmektedir (Matejević ve Petrović, 2022: 7-21). Bu kollektif vicdan olarak da tanımlanan bir vicdandır. Kolektif vicdan, kişisel vicdandan çok daha kuvvetli, gizli ve sinsi bir güçtür. Görünmez şekilde işlemektedir. Karşı gelindiğinde varlığını bireye suçluluk duyurarak belli etmeden; birey nereden geldiğini dahi anlayamadığı ve doğrudan tanımlayamadığı bir durumla karşı karşıya kalmaktadır. Kolektif vicdan, bireyin aklını mesken tutup yaptığı seçimlerle kendini göstermek yerine aile siteminin bütününde işlemektedir.Tıpkı elektrik akımının ancak ampulü aydınlatmasıyla tespit edebildiği gibi, kolektif vicdanı da ancak insan davranışları üzerindeki etkilerinden tanımak mümkün olabilmektedir (Liebermeister, 2009: 29). Ailedeki bireyler arasında paylaşılan değerler, inançlar ve kurallar, bir kolektif vicdan oluşturmaktadır. Bu, aile üyelerinin ortak bir anlayışa sahip olmalarını ve belirli normlara uygun davranmalarını içermektedir. Aile içindeki kurallar, aile üyeleri arasında bağlayıcıdır. Bu kurallar, ailedeki düzeni ve dengeyi sağlamak amacıyla konmuş olabilmektedir. Kurallara uymayan davranışlar, sistemin dengesini bozabilmektedir. Aile sistemleri, bir tür denge ve kontrol mekanizması içinde işlemektedir. Kurallara uygun davranışlar, sistemin sağlıklı bir şekilde işlemesini sağlar iken, kuralların ihlali, sistem içinde bir tür dengesizlik yaratmaktadır. Sistem içindeki dengesizliklerin düzeltilmesi için bir tür görünmez itici güç devreye girebilmekte; bu ise kollektif vicdan olarak Aile Diziminde tanımlanmaktadır. Böylece kollektif vicdan sistemin önceki kuşaklarında yapılan bir eylemin sonraki kuşaklarda kurallara uymayan davranışın sonuçlarıyla başa çıkmak ve sistemi yeniden dengelemek için çalışmaktadır. Aslında amaç sistemin yeniden dengeye gelmesi ve devam eden düzenin korunmasıdır.

Sonuç olarak, Aile Dizimi yasalarının işlevselliği mitolojide de kendini göstermektedir. Bu bağlamda yer alan mitoloji örneği, Zeus, Metis ve Athena hikayesine dayanmaktadır. Bu mitolojik hikâye, birçok sembolik anlam taşımakta olup, aile dinamikleri, güç ilişkileri ve dönüşüm kavramlarına dair özel anlamlar içermektedir. Zeus, karısı Metis ile birleştiğinde ve Metis, kızı Athena’ya hamile kaldığında, Uranos ile Gaia tanrıyı uyararak, Metis’ten doğacak bir erkek çocuğun Zeus’u tahttan indirebileceğini bildirmişlerdir. Bu uyarı üzerine Zeus, karısı Metis’i yutmaya karar vermiş ve yuttuktan sonra kızı Athena’yı kafasından doğurmuştur (Erhat, 2015: 204-205). Metis’in yutulması, görünmeyen bir anne arketipini temsil etmektedir. Bu, aile sistemlerinde var olan ancak genellikle fark edilmeyen veya göz ardı edilen bir anne figürünün sembolik ifadesidir. Zeus’un Metis’i yutarak onun özelliklerini içselleştirmesi, aile sistemlerindeki baskın ebeveynin etkisini temsil etmektedir. Bu ise, aile içindeki güç dinamiklerinin nasıl işlediğine dair bir metafordur. Athena’nın Zeus’un kafasından doğması, yutulan Metis’in sembolik olarak yeniden doğuşunu temsil etmektedir. Bu durumda, annenin varlığı kızın içinde yaşamaya devam etmektedir. Athena, annenin özelliklerini devralarak güçlenmektedir; bu da aile içindeki rollerin değişimini göstermektedir. Baba-kız dayanışmasıyla anne, görünmeyen rolünde kalarak aidiyet hakkını böylece kaybetmektedir. Kız, kendi varlığını güçlendirerek annenin yerine geçmektedir (Yıldız ve Andıç, 2024). Bu durum, aile içindeki rollerin ve ilişkilerin karmaşıklığını göstererek, düzen ve denge yasalarının nasıl bozulduğuna dair izler taşımaktadır.

Ayrıca mitolojik hikâyede ortaya çıkan güç dinamikleri vicdan perspektifiyle değerlendirilebilmektedir. Zeus’un Metis’i yutması, güç ve kontrol arayışını temsil etmekte olup, bu ise Zeus’un, çevresini ve kaderini kontrol etme isteğiyle ilgili olduğunu düşündürmektedir.  Vicdan, bu güç arayışının ne kadar haklı veya adil olduğunu sorgulatabilmektedir. Zeus’un aldığı kararlara, adalet duygusu ile bakıldığında; bir liderin gücünü nasıl kullanması gerektiği konusunda tartışmalara yol açmaktadır. Mitolojik hikayeler, sadece eski mitlere değil, aynı zamanda insan doğasının karmaşıklığına ve ahlaki sorunlara da ışık tutabileceğini göstermektedir. Bu mitolojik öykü, sadece antik mitolojiye özgü bir hikâye olmanın ötesine geçerek, evrensel temalar ve semboller aracılığıyla insan ilişkilerine, aile sıra düzenine, aidiyet hakkına ve vicdanla ilgili sorgulamalara dair izler taşımakta olup, bugün yapılacak olan değerlendirmelere geniş bir perspektif sunmaktadır. Böylece Aile Dizimi yasaları ve yasaların ihlali mitolojik hikâyelerin içeriğinde de bulunmaktadır.

1.4.          Aile Dizimi ve Travma

Aile Dizimi, bireyin yaşadığı travmalarla yakından ilişkilidir. Bir kişinin ailesindeki geçmiş travmalar, o kişinin hayatını etkileyebilmektedir.  Örneğin, anne-baba arasındaki geçmişteki bir çatışma veya ayrılık, çocuğun güven duygusunu sarsabilmekte ve gelecekteki ilişkilerini şekillendirebilmektedir. Ayrıca, aile içi taciz, şiddet veya kayıplar da bireyinduygularıyla baş etmede zorluklar yaşamasına sebep olmaktadır. Aile Dizimi sadece travmatize olmuş bireyi değil, bu tür travmatik deneyimler yaşayan önceki kuşakların bireylerini de çalışmaya dahil etmektedir.

1.6.1. Travma

Travma, sözcüğü yaralanma anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla, tıp alanında kemik ya da doku (örneğin kafatası ya da beyin travması) hasarlarını içeren fiziksel yaralanmaları tarif etmek için kullanılmaktadır. Ruhsal ve duygusal alanda ise; algılama, hissetme, düşünme, hafıza ya da hayal kurma gibi süreçler belli dönemlerde ya da uzun vadede, işlevleri belirgin derecede kısıtlanmışsa ve normal olarak işlev görmüyorsa, ruhsal bir yaralanmadan söz edilmektedir; örneğin en küçük bir görüntünün kişiyi şok içinde yerinden zıplattığı ve kaygıdan terlettiği aşırı duyarlılık ve uyanıklık durumları ya da bir insanın belli fikir ve imgelere takılıp kaldığı ya da düşüncelerinin geçmiş bir olayın etrafında takıntılı bir şekilde dönüp durduğu durumlardır (Ruppert, 2014a: 94).

Bu bağlamda, fiziksel yaralanma değil, ruhsal yaralanmalardan bahsetmek, bireylerin geçmiş deneyimleri ve duygusal zorlukları anlamaya odaklanılması olarak düşünebilir. Ruhsal yaralanma terimi, bireyin yaşamındaki olumsuz deneyimlere, travmalara ve zorluklara atıfta bulunmaktadır. Bu yaralanmalar, genellikle duygusal, zihinsel veya sosyal düzeyde etkilemeye neden olabilmektedir ve bireyin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Hurley, 2018: 1-4).

Hurley’in tanımındaki gibi, ruhsal yaralanma, bir bireyin zihinsel, sosyal veya duygusal sağlığına zarar verebilen kalıcı bir olumsuzluk sonucu ortaya çıkan bir durumu ifade etmektedir. Bu tür yaralanmalar, genellikle kişinin aile geçmişi, ilişkileri veya çeşitli yaşam olaylarıyla ilişkilidir.

1.6.2. Travma Çeşitleri

Ruppert’in tanımladığı dört tip travma, farklı yaşam deneyimlerini ve duygusal etkileşimleri kapsayan önemli kategorileri içermektedir. Bu travma çeşitleri şunlardır:

Varoluşsal Travma: Bu tür travma, genellikle hayatta kalma mücadeleleriyle ilişkilidir. Doğal felaketler, savaşlar, trafik kazaları gibi olaylar varoluşsal travma yaratabilmektedir. Temel duygu genellikle korku olarak ifade edilmektedir.

Kayıp Travması: Bu tür travma, bir kişinin uzun süre yokluğu veya ölümü ile ilgilidir. Ayrılık kaygısı, öfke, yas ve acı, kayıp travmasının yaygın duygusal tepkileridir.

Bağlanma Travması: Çocuğun ebeveynleriyle olan temel duygusal bağın travmatize olma durumudur. Bu travma türü, güvenli ve sağlıklı bağlanma süreçlerinin engellendiği veya bozulduğu durumları içermektedir.

Bağlanma Sistemi Travması: Bu tür travma, bir kişiden ziyade genellikle kişiler arası ilişkilerdeki sistemsel etkileşimlerle ilgilidir. Bir ailenin, bir grup bireyin veya topluluğun içindeki bağlantıların travmatik bir etkisi olduğu durumları ifade etmektedir (Ruppert, 2014b:69-119).Bu tanımlar, bireyin yaşadığı travmatik deneyimleri ve bu deneyimlerin geniş bir yelpazesini anlamak için faydalı bir çerçeve sunmaktadır.

Ruppert (2014b: 86-87)’e göre travmatize olan bireyin özellikle kayıp travmasında ruhu; travmatize parça, hayatta kalma parçası ve sağlıklı parça olarak üçe bölünmektedir. Bireyin yaşam enerjisinin büyük bir bölümü travmatize olan parçada saklı kalmaktadır. Aile Dizimi çalışmalarında bu durum travmatize olan bireyde genellikle enerji kaybı, yorgunluk ve izole olma gibi belirtilerle kendini göstermektedir. Bu, bireyin travmatik deneyimi yaşadığı anın ve sonrasının bir yansımasıdır. Travmatize olan parça, bireyin yaşadığı zorlayıcı duruma bir tepki olarak kendini koruma mekanizması geliştirmektedir. Travmaya yönelik yapılan Aile Dizimiçalışmasındatravmatize olan bireyin içsel kaynaklarına erişimini, bağ kurma yeteneğini ve yaşam enerjisinin akışını tekrar başlatarak, alanda kuşaklararası olumlu bir ilişkisellik ortaya konulmaktadır. Çalışmalarda Ruppert’in belirtiği gibi bazı durumların bilinçdışından kaynaklandığı görülmektedir. Bu, kuşaklarda yaşanan geçmiş deneyimlere ait bir travmatik durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre bazı insanlar ani panik ataklar geliştirebilir, kapalı alanlardan korkabilir veya halka açık yerlerde güven sorunu yaşayabilirler. Bu yaşanan durumlar, bilinçdışı ile ilişkilidir. Bu tür reaksiyonlar, bireyin yaşamış olduğu travmatik deneyimlerin izlerini taşıyor olabilmektedir. Bu izler, genellikle bireyin farkında olmadığı ve bilinçdışında depolanan geçmiş deneyimlere dayanabilmektedir (Ruppert, 2014a: 140). Aile Dizimi çalışmalarında, bireyin bu ruhsal yaralanmaları nasıl deneyimlediği, nasıl etkilendiği ve bu yaralanmaların aile dinamiklerinden kaynaklanan etkisinin ne olduğu ele alınmaktadır. Böylece bireyin ruhsal yaralanmaları ele alınarak, daha sağlıklı ilişkiler kurma ve olumlu değişiklikler yapma sürecini desteklemeye yönelik bir yaklaşım gösterilmektedir.

  Sağlıklı kuşakların oluşması için gerekli bu çalışma, danışanın talebiyle gerçekleştirilmektedir. Bu grup sürecinde atalarla olan duygu dolaşıklarının açığa çıkarılıp gündeme getirilmesi ile bireylerde iyileşme ve dönüşüm teşvik edilmektedir (Jelinek, 2015: 5). Kısaca; travmatize ebeveynler, bilinçdışı bir şekilde kendi yaşadıklarını çocuklarına aktarmaktadır, çocuklar da bilinçdışı bir şekilde ebeveynlerinin yazgısıyla kendilerini özdeşleştirmektedirler. O zaman da çocuk iki çatışan gerçeklikle yaşamak durumundadır: Kendi gündelik yaşam deneyimi ve anne babasının geçmişte yaşadıkları (Ruppert, 2014a: 144). Aile dizimi çalışmalarında travmaların kök nedenlerinin bulunması, o fenomenlerin görülmesi danışana ve sistemine iyileştirici bir etki oluşturmaktadır.

Ruhsal ve fiziksel sağlık üzerinde etkisi olan duygular ve bu duyguları oluşturan travmalar sadece bireye ait olmamakla birlikte bireyin sisteminin gerisindeki diğer üyelere de ait olabilme durumu söz konusudur. İnsanların yaşadıkları kaygılar, korkular veya diğer psikolojik zorluklar genellikle sadece bireyin kendi deneyimleriyle değil, aynı zamanda ailesinden miras aldığı geçmişle de ilişkilidir (Ruppert, 2014a: 140). Bu durum aktarım olarak ifade edilmektedir.

 Aile Dizimi çalışmasında miras alınan duyguların tragedyalarda olduğu gibi arınması dolayısıyla katharsisi gerçekleşmektedir. Tragedyalar aracılığı ile izleyici (özne), yaşadığı acıma ve korku duygularını (maddeyi) arındırmayı dolayısıyla katarsis yaşamaktadır (Shields, 2022). Böylece duyguların arınması antik çağdan günümüze kadar varlığını korumaktadır. Çünkü duyguların günlük hayata olan etkisi o günden bugüne hep deneyimlenmektedir.  Genellikle bilinçsizce ve farkına varmadan günlük hayatta karşılaşılan her durum duygular aracılığıyla değerlendirilmektedir. Duyguların insanlar arası ilişkileri kolaylaştırma ve zorlaştırma etkisi bulunmaktadır. Bireyin zihinsel yaşantısının hiçbir yönü, varlığının niteliği ve anlamı açısından duygulardan daha önemli değildir; duygular, hayatı yaşanmaya değer kılarken, bazen de çekilmez kılmaktadır (Scarantino vd., 2021).

Burada önemli olan duygularda dengeyi yakalamaktır ki; bu da hayatın en büyük zorluklarından biridir. Duyguları dengelemenin ve duyguları başarıyla düzenlemenin önemi ise bireyin hem ruhsal hem de fiziksel sağlığıyla olan ilgisiyle bağlantılı olmasından kaynaklanmaktadır (Gross, 2002: 281-291). Bu nedenle, Aile Dizimi çalışmaları, olumsuz duygulardan yola çıkarak hem duyguların iyileştirilmesini hem de dengeye gelmesini sağlamaktadır. Çalışmalarda görülmektedir ki, olumsuz duygular sadece bireye ait değil, sistemin üst kuşaklarında yer alan bireylere ait olabilmektedir. Örneğin, büyük teyze, anneanne veya daha önceki kuşaklarla ilgili olduğu görülmektedir.

1.5.          Aile Dizimi, Kuşaklar Arası Aktarım ve Epigenetik

Kuşaklar arası travma aktarımı, geçmişteki zorlayıcı olayların etkilerinin ebeveynlerden çocuklara, bir kuşaktan diğerine nasıl geçebileceği üzerinde odaklanmaktadır.  Bu aktarım, genellikle aile dinamikleri, iletişim tarzları ve duygusal bağlantılar aracılığıyla gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle, bir ebeveynin yaşadığı bir travma, çocuklarına ve hatta daha sonraki nesillerde de etkilerini gösterebilmektedir. Franz Ruppert’in ifade ettiği gibi, Aile Dizimi çalışmalarında bireysel travmaların yanı sıra bu travmaların kuşaklar arası aktarımı da önemli bir yer tutmaktadır (Ruppert, 2014: 140).

Bu kuşaklar arası travma aktarımının iki ana mekanizması vardır: Genetik aktarım ve sosyal davranış ve aile dinamikleri (Hartung ve Spitta, 2021: 428).

Genetik Aktarım; travmatik deneyimlerin genetik materyal üzerinde belirgin etkiler bırakabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla, ebeveynin yaşadığı travma, genetik materyalde belirli değişikliklere yol açabilmekte olup, bu değişiklikler nesiller boyunca aktarılabilmektedir.

Sosyal Davranış ve Aile Dinamikleri; Travmatik deneyimler, aile içindeki iletişim tarzları, duygusal bağlantılar ve davranış modelleri üzerinde etkiler bırakabilmektedir. Ebeveynin yaşadığı travmatik deneyimler, çocukların bu modelleri öğrenmesine ve bu etkilenen dinamikleri devralmasına yol açabilmektedir. Bu durum, torunların bile doğrudan travma yaşamamış olsalar bile, aile içindeki bu travmatik etkileri hissedebilecekleri anlamına gelmektedir.

Bu mekanizmalar, önceki nesillerdeki travmatik deneyimlerin, genetik ve sosyal faktörler aracılığıyla sonraki nesillere yayılmasını açıklamaktadır. Bu durum günümüzde epigenetik çalışmalarla ilişkilendirilebilmektedir. Epigenetik keşifler, insan biyolojisinin karmaşıklığı ve genetik düzenlemenin ötesindeki faktörleri anlamamıza büyük ölçüde katkıda bulunmaktadır. Epigenetik, genlerin dışındaki çevresel etkenlerin gen ifadesini nasıl etkilediğini inceleyen bir bilim dalıdır. Epigenetik araştırmaların beyin gelişimi ve büyüme süreçlerine ışık tutması, özellikle sinir sisteminin karmaşıklığı ve işlevi üzerindeki etkilerini anlamamıza yardımcı olmaktadır (Aygun vd., 2020: 192-200).

Epigenetik, ilk olarak 1940’larda ConradWaddington tarafından fenotipi ortaya çıkaran genlerin çevreleriyle etkileşimlerini tanımlamak için tanıtıldı (Murrell vd., 2005). Epigenetikkelimesi kelimenin tam anlamıyla “genetik dizideki değişikliklere ek olarak” anlamına gelmektedir. Terim, DNA dizisini değiştirmeden gen aktivitesini değiştiren ve yavru hücrelere iletilebilecek modifikasyonlara yol açan herhangi bir süreci içerecek şekilde gelişmiştir (Weinhold, 2006). Bu ise genlerin aktivasyonu veya susturulması yoluyla gen ifadesini düzenleyen değişiklikleri içermektedir.

Michael Skinner ve ekibinin liderliğinde yürütülen önemli bir çalışma, epigenetik değişikliklerin nesiller boyunca devam edebileceği konusunda dikkat çekici bir bulgu sunmaktadır. Bu çalışma, epigenetik modifikasyonların genellikle kalıcı olabileceğini ve bir nesilden diğerine aktarılabileceğini öne sürmekte, özellikle çevresel toksinlere maruziyetin uzun vadeli etkilerine dair önemli bir perspektif sunmaktadır. Özetle, Skinner ve ekibi, hamile farelere yüksek düzeyde böcek ilacı metoksiklora maruz bırakmış ve bu maruziyetin erkek yavrularda sperm üretimini azalttığını, erkek kısırlığını artırdığını ve iki genin DNA metilasyonunu değiştirdiğini belirlemiştir. Ancak daha şaşırtıcı olan, bu olumsuz etkilerin sadece bir nesille sınırlı olmadığıdır. Skinner ve ekibi, bu farelerin sonraki dört neslinde, dolayısıyla soyun devam ettikleri dört nesilde, benzer epigenetik değişikliklerin devam ettiğini bulmuşlardır. Bu da epigenetik değişikliklerin sadece doğrudan maruz kalan bireyleri etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda bu etkilerin gelecek nesillere de aktarılabileceğini gösteren önemli bir bulgu olarak kabul edilmektedir. Bu çalışma, çevresel etkenlerin nesiller arasında kalıcı biyolojik etkilere yol açabileceği konusunda bilincimizi artırmış ve epigenetik araştırmalara yeni bir bakış açısı getirmiştir (Weinhold, 2006). Epigenetik, genetik kalıtımın ötesinde çevresel etkilerin de gen ifadesini etkileyebileceğini göstermiştir.

Epigenetik aktarım genellikle mitoz yoluyla bir hücreden diğerine gerçekleşen, hücre içi düzeyde epigenetik işaretlerin devamını ifade etmektedir. Bu süreç, bir hücre bölündüğünde ve yeni hücrelere kopyalandığında epigenetik modifikasyonların devam etmesine dayanmaktadır. Ancak, gametler aracılığıyla nesiller arası epigenetik aktarım konusunda hala bazı belirsizlikler vardır. Gamet hücreleri, mayoz bölünme sırasında epigenetik modifikasyonlarını kaybeder ve bu modifikasyonlar, döllenme ve embriyo gelişimi sırasında yeniden kurulur. Bu nedenle, epigenetik işaretlerin gametler aracılığıyla nesiller arasında doğrudan aktarımının tam olarak nasıl gerçekleştiği ve ne kadar kalıcı olduğu konusunda daha fazla araştırmaya ihtiyaç vardır. Bununla birlikte, epigenetik alanındaki araştırmalar devam ettiği sürece, bu süreçlerin daha iyi anlaşılması ve epigenetik aktarımın detayları hakkında daha fazla bilgi edinme potansiyeli bulunmaktadır. Bu alandaki yeni keşifler, genetik ve epigenetik faktörler arasındaki karmaşık etkileşimleri daha iyi anlamamıza ve sağlık, gelişim ve hastalıkların anlaşılmasına katkıda bulunabilmektedir (Lange ve Schneider, 2010: 659-668).

Epigenetiğin bir diğer konusu ise erken yaşta yaşanan olumsuzlukların uzun vadeli etkileri ve bu etkilerin epigenetik mekanizmalar aracılığıyla nasıl gerçekleşebileceği ile ilgilidir. Erken çocukluk dönemi, bireyin beyin gelişimi, davranışsal örüntülerin oluşumu ve genel sağlığı üzerinde kritik bir rol oynamaktadır. Bu dönemde yaşanan stres, travma, ihmal veya diğer olumsuz durumlar, epigenetik işaretler aracılığıyla gen ekspresyonunu etkileyebilmekte ve bu etkilerin uzun vadeli sağlık sonuçlarına katkıda bulunabilmektedir. Epigenetik mekanizmalar, genlerin aktivasyonunu veya inhibisyonunu düzenleyen değişikliklerdir. DNA metilasyonu, histon modifikasyonları ve non-kodlayıcı RNA’lar gibi epigenetik düzenleyiciler, gen ekspresyonunu kontrol etmektedirler. Erken yaşta yaşanan olumsuzluklar, özellikle bu dönemdeki stres durumları, bu epigenetik düzenlemelerde değişikliklere neden olabilmektedir. Bu epigenetik değişiklikler, gen ekspresyonunun uzun vadeli bir şekilde programlanmasına yol açmaktadır. Örneğin, stresle ilişkilendirilmiş epigenetik değişiklikler, beyindeki stresle başa çıkma mekanizmalarını etkileyebilir, bağışıklık sistemini modüle edebilir ve diğer organ sistemlerinde benzer şekilde uzun vadeli etkiler yaratabilir (Szyf, 2019: 369-378). Ancak, bu mekanizmaların tam olarak nasıl çalıştığı, hangi genlerin etkilendiği ve bu değişikliklerin net sağlık sonuçları üzerindeki etkisi hala daha fazla araştırma gerektiren bir konudur. Epigenetik araştırmaların devam etmesi, bu kompleks süreçlerin daha iyi anlaşılmasına ve potansiyel sağlık müdahalelerinin geliştirilmesine katkıda bulunabilecektir.

Epigenetik çalışmaların sonuçlarına göre, stres tepkilerindeki bireysel farklılıklar görünüşe göre nesiller boyunca aktarılmaktadır. Korkulu anneler daha fazla strese tepki veren yavrular doğurmaktadır. Sorun miras meselesi değil, miras şeklidir. Bununla birlikte, çapraz teşvik çalışmalarının sonuçları, gen ekspresyonu veya karmaşık fenotip düzeyindeki bireysel farklılıkların, doğum sonrası dönemde anne davranışıyla doğrudan değiştirilebileceğini göstermektedir. Çalışmalarda çevresel zorluklar ile ebeveyn bakımı arasında bir ilişki olduğuna dair korelasyonel de olsa önemli kanıtlar vardır(Meaney, 2010: 41-79). Çevresel sıkıntılar ebeveynlerin duygusal refahını etkilemekte ve bu etkiler ebeveyn bakımındaki değişikliklere yansımaktadır. Birincil bakım verenlerde yüksek stres varsa çocuklar, güvensiz ebeveyn bağlılığı geliştirme eğilimindedir.

Bir diğer epigenetik alan ise davranışsal epigenetik alandır. Bu alan, çevresel faktörlerin özellikle erken yaşam deneyiminin, gen ekspresyonunu etkileyebilecek epigenetik değişikliklere neden olabileceği fikrini inceleyen bir araştırma alanıdır. Bu alandaki araştırmalar, çevresel etkenlerin genler üzerindeki epigenetik işaretleri (örneğin, DNA metilasyonu) değiştirme kapasitesine odaklanmaktadır. Bu alandaki erken çalışmalar, çevresel etkileşimlerin gen ekspresyonunu nasıl etkilediğini göstermiş ve gen-çevre etkileşiminin moleküler ve fiziksel mekanizmalarını önermiştir. Bu tür bir etkileşim, bireyler arasında genetik farklılıklara rağmen, aynı çevresel faktörlere maruz kalan bireylerin farklı epigenetik profillere sahip olabileceği anlamına gelmektedir (Szyf vd., 2016: 55-62). Tüm insan hücreleri aynı genoma sahip olmasına rağmen hücre tipine, gelişim aşamasına, cinsiyete, yaşa ve diğer çeşitli parametrelere bağlı olarak çok farklı epigenomlar içermektedirler (Murrell vd., 2005). Bu, aynı bireyin farklı yaşlarda veya farklı şartlarda aynı genomu kullanarak, gen ekspresyonunu düzenleyen epigenetik değişiklikleri deneyimleyebileceği anlamına gelmektedir.

Çevresel faktörler, özellikle germ hattının epigenomunu etkileyerek, bu değişiklikleri nesiller arasında aktarabilmektedir. Bu, çevresel maruziyetlerin, ebeveynlerin epigenomlarını değiştirerek bu değişiklikleri soyundan gelen nesillere aktarabileceği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla çevresel faktörlerin germ hattının epigenomunu değiştirmesi ve bunun kalıcı olarak programlanması (damgalanması) durumunda, değişen epigenom ve fenotip nesiller arası hale gelir ve daha fazla çevresel maruziyetin yokluğunda sonraki nesillerde ve nesillerde ortaya çıkmaktadır. Epigenomdakiepigenetik işaretler ve değişiklikler, organizmanın ömrü boyunca bir hücre tipi veya popülasyonu içinde muhafaza edilme kapasitesine sahiptir. Genetiğin aksine epigenetik, çevresel faktörler tarafından kolayca değiştirilebilir; böylece epigenetik, çevrenin genom aktivitesini ve gelişimsel biyolojiyi değiştirmesi için moleküler bir mekanizma sağlamaktadır. Gelişimsel biyolojide ve biyolojinin diğer alanlarında yer alan moleküler süreçlerin gelecekteki değerlendirmeleri, epigenetik süreçlerin dikkate alınmasını gerektirmektedir (Skinner, 2011: 51-55).

Bu nesiller arası epigenetik aktarım, çocukluk dönemindeki çevresel etkenlerin yetişkin yaşamında ve hatta gelecek nesillerde gen ekspresyonunu etkileyebileceği anlamına gelmektedir. Bu, çevresel faktörlerin gen aktivitesini ve gelişim biyolojisini etkileyebilen moleküler bir mekanizma sağlamaktadır. Örneğin, ebeveynlerin yaşadığı stres, beslenme, toksin maruziyeti veya diğer çevresel faktörler, genetik materyalin yanı sıra epigenetik işaretleri de etkileyebilmektedir. Bu değişiklikler, gamet hücrelerinde (yumurta ve sperm) ve embriyoda kalıcı hale gelerek böylece nesiller arası aktarım mümkün olabilmektedir. Bu bağlamda verilebilecek en iyi örnek “Hollanda Açlık Kış” olayıdır. Epigenetik kalıtımın bir örneği olarak sıkça kullanılan bir örnektir. Bu olay, 1944-1945 kışında Hollanda’nın batı bölgelerinde yaşanan ağır kıtlığı ifade etmektedir. Nazi işgali sırasında, fabrika çalışanları tarafından gerçekleştirilen bir grev nedeniyle, Almanlar bölgedeki tüm gıda ve yakıt kaynaklarını kesmişlerdi. Bu dönemde insanlar, çok az yiyecek ve enerji kaynağına sahipti. Bu yoğun açlık ve zorlu yaşam koşulları, hamile kadınların yaşadığı stresi, beslenme eksikliklerini ve zorlu yaşam koşullarını içeriyordu. Bu koşullar altında kalanlar üzerinde yapılan araştırmalar, bu zorlu koşulların hamilelik sırasında fetüslerin epigenomlarını etkileyebileceğini göstermektedir. Bu olayın ardından, Açlık Kışı boyunca anne karnındaki bebeklerin yaşadığı stres ve beslenme eksiklikleri, doğdukları ve büyüdükleri dönemde sağlık sorunlarına ve gen ekspresyonundaki değişikliklere yol açmış olabilmektedir. Araştırmalar, Açlık Kış’ına maruz kalanların ve sonraki nesillerin, obezite, diyabet ve kardiyovasküler hastalıklar gibi sağlık sorunlarına yatkın olabileceğini göstermiştir (Švorcová, 2023: 120). Bu tür olaylar, çevresel stresin ve beslenme eksikliklerinin, epigenetik değişikliklere neden olarak gelecek nesillerde gen ekspresyonunu etkileyebileceğini gösteren önemli bir örnektir.

Ayrıca Michael Meaney’nin laboratuvarında yürütülen çalışmaları, farelerde travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ile ilgili ilginç bulgular ortaya koymuştur. Bu çalışmalar, epigenetik mekanizmaların TSSB’nin gelişiminde oynadığı rolü anlamaya yöneliktir. Araştırmalar, travmatik olayların gen ekspresyonunu etkileyebileceğini ve bu etkilerin nesiller arasında aktarılabileceğini göstermiştir. Örneğin, farelerde anne yalnızlığına maruz kalma, DNA üzerindeki metilasyonpaternini değiştirebilirken, bu değişiklikler nesiller arasında aktarılabilmektedir (Turecki ve Meaney, 2016: 87-96).

Özellikle, Szyf’in Moleküler Psikiyatri alanında çalışmaları, epigenetik değişikliklerin uzun vadeli hafıza oluşturabileceğini ve bu hafızanın gelecek nesillere aktarılabileceğini göstermektedir. Bu, travmatik deneyimlerin, bireyin kendisi kadar, potansiyel olarak gelecek nesillerin duygusal tepkilerini de etkileyebileceğini gösteren önemli bir bulgudur (Szyf, 2022: 309-314). Epigenetik biliminin gösterdiği gibi, soyun duygusal mirasının ölçülebilir bir şekilde ebeveynlerin ve ataların yaralarının beden aracılığıyla aktarıldığı sonraki kuşakların düşünceleri, inanç sistemleri, motivasyonları, davranışları, ilişkileri ve refahı etkilediği bilinmektedir (Robertson, 2021:16).Bu tür araştırmalar, epigenetik mekanizmaların her ne kadar psikiyatrik bozuklukların anlaşılmasında ve tedavisinde nasıl bir rol oynayabileceğini anlamak için önemli olduğu kadar kuşaklar arası çalışma tekniği olan Aile Dizimi alanınıda desteklemektedir.

Aile Dizimi sürecinin geçmiş nesillerle çalışmasının bilimsel açıklaması epigenetik çalışmalara dayanmaktadır. Epigenetik çalışmalar hücrelerin belirli bir biçime veya işleve bağlı hale geldiği ve bu işlevsel veya yapısal durumun hücre soylarına aktarıldığı mekanizmalarla ilgilenmesi durumudur (Jablonka ve Lamb, 2002: 82-96).Bu durum, Aile Dizimi çalışmalarının kuşaklararası aktarımı ile ilişkili bir durumdur. Genomun moleküler düzenlenmesi ile bireylerin yaşamı boyunca maruz kaldığı çevresel sinyaller (yaşam tarzı, sosyal davranış, gelişim ve beslenme dahil) arasında bir bağlantı sağlamaktadır. Özellikle erken gelişim (rahim içi veya doğum sonrası), yetersiz beslenme veya obeziteye yol açan olumsuz sosyoekonomik durumdan oldukça etkilenmektedir; bu koşullar fetalepigenetik programlama üzerinde değişikliklere neden olmaktadır. Bu ise nesiller arası kalıtım yoluyla aktarılabilirken çeşitli metabolik ve nörolojik süreçlerle ilgili genlerin transkripsiyonunda değişikliklere neden olabilmektedir (Gomez vd., 2020: 313-321). Böylece bu çalışmalar, Aile Diziminde nesillerin birinde yaşanan travma ya da herhangi duygusal bir yara ve acının nesiller arasında nasıl bir yol izlediğini göstermektedir. Sadece duygusal travmaların aktarımı değil kıtlık çeken nesillerin kendinden sonra da bu bilinci sonraki nesillere aktardığını gösteren araştırmalardan birini Rodgers (1995: 178-194) ortaya koymuştur. Yoksulluğun nesiller arası aktarımına ilişkin çalışması, yoksulluğun nesiller boyunca yeniden üretilme eğiliminde olduğunu göstermiştir. Bu ise, Aile Diziminde özellikle kıtlıkla mücadele eden ya da maddi olarak sıkıntı çeken bireylerin çalışmalarına örnek teşkil etmektedir.

Hellinger, çalışmalarında yaşanan sorunların yaklaşık %70’nin atalarımızdan gelen geçmişten kaynaklandığını belirtmektedir. Önceki kuşaklarla olan enerjik bağların devam ettiğini ve bireylerin hiç bilmediği veya unuttuğu geçmiş yaşantıların yıllar hatta yüzyıllar sonra bile bireyleri ve çocuklarını etkilediğini vurgulamaktadır. Özellikle sevgi akışının kesilmesine neden olan bir talihsizlik, trajedi ya da karşılıksız aşk gibi durumlar; sevginin akmamasını ve travmaların aktarılmasını sağlamaktadır (Anderson ve Carnabucci, 2009:1-15). Bu nedenle aile sistemleri içindeki denge ve düzen, atalarımızdan gelen mirasın etkilerine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu miras, geçmişte yaşanan travmatik olaylar, sırlar, utançlar veya diğer olumsuz deneyimler olabilmektedir. Bu nedenle, Aile Dizimi çalışmalarında, bu geçmiş mirasın farkında olunması ve çözülmesi gerekmektedir. Bu sayede, bireyler ve aileler, geçmişin yüklerinden kurtulabilirken daha sağlıklı, dengeli ilişkiler geliştirebilmektedir.

Bir ailede sevgi bağları ne kadar az kesintiye uğrarsa, o kadar sağlıklı bireyler ve bireylerden sonraki kuşaklar oluşacaktır. Bu nedenle Aile Dizimi tekniği, sadece danışanın travmasından yola çıkarak, daha bütünde yer alan kaynağına ulaşma da olağanüstü ve benzersiz bir kuşaklar aşan yöntemdir. Bu yöntem, sadece bireyin değil sistemin bütünüyle de ilgilidir.  Aile Diziminde aile sistemi de birey gibi aktif ve canlı bir fenomen olarak görülmektedir.

Yaşanılan travmatik deneyimler birey için hem duygusal hem de fiziksel acıya sebep olsa da etkisi, sonraki kuşakların bilinç dışı hareketlerinde görülmektedir (Hartung ve Spitta, 2021: 423). Aile Dizimi tekniği, epigenetik çalışmaların alanında yer alan bu tür kuşaklar arası aktarımları anlamaya ve çözmeye yönelik terapötik bir çerçeve sunmaktadır. Uygulayıcı, bireyin aile geçmişini ve aile içindeki dinamikleri inceleyerek, bireyin yaşadığı zorlukların kökenlerini açığa çıkarmaya çalışmaktadır. Bu süreçte, bireyin yaşadığı semptomlar ve travmatik tepkiler, aile geçmişi ve aktarılan travmalardan kaynaklanan içsel dinamiklerle ilişkilendirilmeye çalışılarak, çözüme gidilecek yol hazırlanmaktadır.

 

Cart (0 items)

Aile dizimi | Sistemik Sağaltım | Dr. Hilal Andıç | Dönüşümsel Nefes EFT | NLP | Emdr Terapisi | Bilişsel Davranış Terapisi | Aile ve Öğrenci Koçluğu Felsefi Danışmanlık

Istanbul
Türkiye
Telefon
+90 000 000 00 00
Pazartesi - Cuma
(10am - 05 pm)